Alem neş’e istemekte,
Ben hüznünün talibiyim.
Hükmün bende geçer..
Nazın at koşturur,
Gönül ülkemde.
Derdini bağırmak için
Derin bir kuyu aradığında;
Hüznünün talibiyim.
Hükmün bende geçer.
Bunu böyle bil!
(Reşat Coşkun)
….
“Hüzündür ardında huzuru saklayan” diye okumuştum biryerlerde. Unutuyorum hüzne dair okuduklarımın, duyduklarımın, düşlediklerimin kaynaklarını. Okuyorum ve saklıyorum zihnimin bir köşesine.
„Ben hüzüne komşuyum, hüzün de bana. Ara sıra çalar kapımı.“
Ard ara sıralanmış yüzlerce, belki binlerce hüzün tarifi vardır, bir yerlerde kayıtlı.
Nereden geldi kondu zihnimin bir kıyısına hatırlamıyorum.
Bir hüzünzade hüznü tarif ederken der ki: “Hüznün sözlük anlamı ‘kalbi sarmalayan sarmaşık’tır…”
…
Kalbi sarıp sarmalayan sarmaşık bu gece de kalbimi sarıp sarlamış halde. Oturup “hüzün”le demleniyorum.
„Geride bıraktığımız hüzünleri toplama sanatıdır, mutluluk. Kahkahalarımız, kor bir ateş gibi dudaklarımızda dalgalanıyor. Sanıyoruz ki, bütün mesele daha bol kahkahalı bir hayat. Oysa bir kahkahanın tabirinden kaç hüzün çıkar, bilmiyoruz.“ Diyor Mehmet Öztunç „Hüznün kuşattığı ada: Mutluluk“ isimli denemesinde.
…
Hüznün hayatıma girdiği vakitlere dönmeyi deniyorum belleğimde. Olmuyor… Bulamıyorum.
Hüzne dair net kareler canlanıyor gözüm önünde.
Başlangıçları bulamıyorum…
12 yaşımın cahilliği…
Bir gece vakti sığındığım penceremin önü…
Oturduğum mermerin soğukluğu şuan dahi ürpertiyor içimi.
O gecemin duası hüznümün mü gereğiydi, kederimin mi bilmiyorum.
„Keşke bütün çocuklar 12 yaşında ölseler“ diye dua ettiğimi duyuyorum…
…
Hüzün hayatımda hep pencere önleriyle ilintili, neden bilmiyorum.
Werder kentinin Havel nehrine bakan ahşap binanın beşinci katında ki pencere önünü anımsıyorum….
Netleşiyor önce zihnimde, sonra gözümün önünde…
Yine bir gece vakti…
Hüznün gönlümün ve zihnimin her bir zerresini istila ettiği vakitlerden biri…
Satılara döktüğüm hüzünden nükteler:
“…bundan böyle “nokta” olarak varlığımı sürdürsem!”
gibi isyanlı cümleler sıralanıyor içimde. Ne vakittir ilk defa taşıyorum yeniden satırlara.
Sığamıyorum ki…
Paylaştıkça eksiliyorum…. Sustukça eksiliyorum… Yaşadıkça eziliyorum!
Rabbim!….
Katından gelecek her hayra muhtacım!
…
Hüzün mevsim olur, böler bir uykuyu bazan; bazan bir paranteze alır acıları.
Güz mü, eylül mü bilinmez; ortası mı sonu mu anlaşılmaz anın…
Hüzün karanlıktır, yalnızlıktır, korkudur.
Ve hüzün bazan en büyük umutlara gebedir…
Umudun ta kendisidir…
Hüzün renk olur, son dalın son yaprağında sararırken yakar içimizi; son fırtınanın son dalgasında köpürürken kanatır yüreğimizi…
Hüzün hayat olur… Hayat iksiri olur…
Önce can alır gibi can yakar… Sonrasında yeniden yeşertir her bir dalımızı..
Hüzün çöl olur…
Susuz bırakır… Kurutur dilimizi damağımızı. Hayata dair bir tad bırakmaz…
Sonra bir vaha olur, kendi çölünün ortasında. Bir ova…
Suya ve nimete boğar bizi…
…
„Yakışıyor kalbimize hüzün…“
…
Bir bir dağıtıyorum önümde, gönlüme sığdırıp zihnime sığdıramadığım hüzünlerimi. Her hüzün bir anı… Her anı bir acı…
Dağılanları toparlayamıyorum…
Bırakıyorum öylece önümde…
Yine hüzne dair bir cümle düşüyor aklıma:
„Bilirsin! Hüzün benim en doğal halimdir…“
…
Dağıtmışım bir yazıda daha. Toparlarım sanıyordum. Toparlayamıyorum.
Okudukça sıkılıyorum.
Yazacaklarımdan öyle uzak, ama içimin bir yansıması yine düşmüş satırlara.
Toparlayamıyorum.
Bırakıyorum…
Darda kaldıkça „inşirah“ diliyorum….
Biliyorum ki, darda kalanların göğsünü genişletecek ancak O’dur…
Yineliyorum:
Rabbim! Katından gelecek her hayra muhtacım.
Rabbim! Hüznümü kedere çevirme…
Rabbim! Hüzünle kuşatılmış gönlüme sen ferahlık ver…
Bırakıyorum anlatılmamışları… Bırakıyorum ki, belki bir başka baharda, bir başka yazıda…
Anlatacaklarımın bitmemesi için…
Böylece bırakıyorum…
Hüzün en doğal halim di hani?…
Neredeydin ey hüzün? Çok özlemişim seni….
MimRaDal
Murad TORLAK